RECM ETTİLER FATIMA’YI
- Savaş Barha
- 5 Nis 2012
- 5 dakikada okunur
Kazma darbeleriyle parçalanıyordu, sıcaklıktan kavrulmuş beyaz topraklar. Ortalık toza dumana bulandı. Küreklerle etrafa atılan, bin bir çeşit çileye şahit olmuş topraklar. Dakikalar ilerledikçe kazmalar genişletiyordu çukuru. Az da olsa mezar kadar derin, ekmek yapılan tandır kadar geniş olmuştu.
Çukuru kazanlar dışarı çıktı ve güneşin kavurduğu yüzlerini kendilerine doğru gelen kalabalığa çevirdiler. “Memat” “Memat” diye bağırıyorlardı. En önde Fatıma vardı. Gözyaşları suya hasret kalmış toprağın susuzluğunu gideriyordu sanki. Bir iftira atılmıştı kendisine. Ahlaksızlığın, insafsızlığın, insansızlığın sokaklarda kol gezdiği bir köyde yaşıyordu. Merhamet, adalet, hak…gibi kavramların sadece adı vardı.
Öz evlatların, öz kardeşlerin, öz ana-babaların kalpleri taşlaşmıştı. Okunan Kur’anlar, kılınan namazlar manasını yitirmiş, gösteriş halini almıştı. Böyle bir köyde iftira atılan kişi, iftiranın gerçek olmadığını ispatlayamazsa “Recm” edilir. Fatıma da bunu bildiği için ağlıyordu. Ölümden korkmuyordu ama taşların canını acıtacağını biliyordu. Gözlerinden dökülen incilerin kaynağı kalbiydi.
Arkasında, kendisi ile gelenlerin arasında kocası ve çocukları da vardı. Uzayan sakalları, genişçe duran kaşları ve kömür gibi kara yüzü içerisine gizlemiş olduğu gözleri ile karısına baktı Ali. Diliyle söylemiş olduğu hakaretler yetmezmiş gibi birde gözleri ile hakaret ediyordu. Ona inanmıyordu; çünkü işlediği her günah, kalbini siyah bir nokta olarak karartmıştı. Güven, merhamet, sadakat, bağlılık…yerini cahilliğe bırakmıştı. İman ve inanç burada sadece tanım olarak kaldığından Ali15 yıllık hayat arkadaşı yerine çocukluk arkadaşı Reşit’e inanmıştı.
Köy meydanına gelmişlerdi. Komşusu üzerindeki çarşafı çekti. Fatıma, kefen niyetine giydiği beyaz elbiselerle tıpkı kalbi gibi tertemiz görünüyordu. Yüzü güneş gibi parlıyordu. Kaynağı kalbi olan inci tanesi gözyaşları nehir olup akıyordu. Ölmekten değil iftira atılıp öldürüleceği için ağlıyordu. Evlatlarını bir daha göremeyeceği için ağlıyordu. Etrafındaki insanlara ağlıyordu. Ama bir yandan da sevinçliydi. Kendisini yaratan, bilen, tanıyan Rabbine gidecekti.
Ve muhtar “Son sözün var mı Fatıma?” diye sordu rüzgârın savurduğu tozlar arasında. “Bundan sonra söyleyecek imkânın olmayacak çünkü.” dedi. Fatıma başını kendisine doğru bakan kalabalığa çevirdi ve yavaşça ilerlemeye başladı. Rüzgâr tozları sağa sola savuştururken Fatıma'nın başındaki örtüyü de gerisin geriye uçurdu. Fatıma yutkundu ve; “Sizler beni tanırsınız. Bu yaşıma kadar iffetim ile yaşadım. Sizleri ağabeyim, bacım, anam, babam gibi gördüm. Gün geldi aynı sofrada yemek yedik, gün geldi aynı acıya gözyaşı döktük, beraber büyüdük, beraber güldük. Bir yanlışımı gördünüz mü hiç. Neden bu iftiraya inanıyorsunuz. Görmüyor musunuz, Reşit yalan söylüyor.” dedi. Hiç kimseden ses çıkmıyordu. Konuşmak isteyenler içten içe haykırıyorlardı ama sesleri çıkmıyordu. “Allah’tan tek dileğim sizleri affetmesidir.” dedi son söz olarak. İki oğlunu öptü. Ama onlar babalarının dediklerine inandıkları için annelerinden nefret ediyordu. Buna rağmen Fatıma sımsıkı sarıldı onlara, son kez öptü ve kokladı. Ağır adımlarla geri çekildi. Sonra herkese birer birer baktı. Gözü kendisi ile beraber olma isteğini reddettiği için iftira atan Reşit’e ilişti. İşte o bakış Reşit’i yerle bir etmişti. İçinden derin bir “Ahh” çekti. Kendini paralıyordu. Soğuk soğuk terliyordu. Belli ki pişman olmuştu; ama söylediklerinin yalan olduğunu söylerse “Recm” edilecek olan kişi kendisi olacaktı. Bunu göze alamadığı için bir kelime dahi söylemedi. Ahiret günü yaşayacağı acıyı bilmediği için cehennemde ateşler içinde yanmayı, kendisine atılacak olan taşların acısı kadar ağır görmedi belki. Cahillikti işte. Her yer buram buram cahillik kokuyordu.
Muhtarın emri ile iki kişi Fatıma’ya yaklaştılar, kollarını arkadan bağladılar. İki yanından tutup çukura doğru götürmeye çalıştılar. Birden ayakları tutmaz oldu Fatıma’nın ve olduğu yere yığıldı ama bayılmamıştı. Üzüntüden hali kalmamıştı. Sürümeye başladılar, dizi kanıyordu. Saçları yüzünü kapatmıştı, gözyaşları gözükmüyordu. Çukurun başına geldiler ve Fatıma’yı yüzü kalabalığa gelecek şekilde içine koydular. Fatıma dizleri üzerine oturdu. Küreklerle toprak doldurmaya başladılar çukuru. Çıkan toz rüzgârın akıbetine uğrayıp imansızlara doğru esiyordu. Yapılanın zulüm olduğunu bilip susanlarda artık kirlenmişti. Son kürek toprak da dolmuştu Fatıma’nın etrafına. Görevli iki kişi kürekleri ve kazmaları alıp kenara çekildiler.
Herkes bir sessizlik içindeydi. Kimseden çıt çıkmıyordu. İnsanlık dışı bu töreye göre ilk taşı kızın babası, yani Hasan atacaktı. Hasan yaşlıydı eli ayağı hep titrerdi. Ali, kayınbabasına yerden bir taş alıp uzattı. Hafif kambur belini biraz doğrultup sağ elini geriye, omuzlarının arkasına gelecek şekilde gerdi ve ilk taşı attı. Taş kızı Fatıma’ya yetişmedi. Tekrar denedi yine olmadı. Bir daha denedi ama yine olmadı. Belki kızına vurmak istemedi. Belki vicdanı el vermedi. Belki de gözyaşları elindeki taşı ıslatıp kayganlaştırmıştı ondan taş bir iki metre tek gidebiliyordu. Üçüncü deneyişte de taş Fatıma’ya değmeyince arkadaki kadınlar “zılgıt” çalıp feryat ediyordu. “Allah istemiyor, bu yapılan yanlış, durun yapmayın.” dese de kimse aldırış etmiyordu. Ali, Hasan’ın elindeki taşları alıp karısı Fatıma’ya attı. Taş keskindi. Rüzgârı delip geçerken dağlardan esen kasırga gibi bir ses çıkardı ve Fatıma’nın alnına isabet etti. Darbenin etkisiyle başı geriye doğru gitti. Acının boyutu gözlerinden okunabiliyordu. İki kaşının arasından akan kan önce burnuna doğru, sonra yanaklarına ve dudaklarına doğru aktı. Ve sonra da toprağa dökülüverdi. Toprak kana bulanıyordu. Taşlardan ikincisi de geldi ve başına isabet etti derken üç, dört, beş… Fatıma nefes alamıyordu. Durmuyordu vicdansızlar. Kefen niyetine giydiği beyaz elbisesi kırmızıya dönüşmüştü, kanlar içindeydi. Hala taşlar geliyordu üzerine. Bir an önce ölmek istiyordu. Acı üstüne acı çekiyordu ama hala durmuyorlardı. Taşlardan kaçmak istiyordu eliyle engellemek, mani olmak istiyordu, elini öne doğru getirmeye çalışıyordu, kendini sıkıyordu, bileklerini kanatıyordu ama iplerden kurtulamıyordu. Eli arkadan bağlıydı. Beline kadar toprağa gömülüydü, kaçamıyordu. Başını oynatacak takati kalmamıştı artık. Öne doğru yığıldı. Taşlar hala atılıyordu. Vücudunun geri kalanı taşlara gömülecekti neredeyse.
Musa “durun” diye bağırdı. Ve Fatıma’ya doğru yavaş yavaş yaklaştı. Elinde de bir taş vardı. Sanki Fatıma kalkacak ve kendisine saldıracaktı. Çok korkuyordu. Korkudan taşı sıkıyordu. Fatıma’nın başına doğru eğildi ve saçlarını yüzünden çekti. Beyaz teni hiç gözükmüyordu. Her yanı kan olmuştu. Rüzgârdan başka bir ses yoktu. Fatıma sol gözünü açtı ve Musa’ya doğru baktı. Musa sanki dünyanın en büyük korkunç yaratığını görmüş gibi şaşırdı ve korktu. “Or…u yaşıyor!” diye bağırdı tam geriye doğru düşeceği an elinde sıktığı taşı sert bir şekilde Fatıma’nın başına fırlatıp yerde emekleyerek kalabalığa doğru koştu. Attığı taş Fatıma’nın son nefesini vermesine sebep oldu. Şaşkına dönmüştü herkes. Gözleri yerinden çıkacakmış gibi oldular. Tekrar taş atmaya başladılar. Her taş kana bulanıp etrafa saçılıyordu.
Ağlayan kadınlar ve çocuklar bile artık hiçbir şeyi geri getiremezdi. Taşlar geri gelemezdi. Zaman geri gelemezdi. Pişmanlıklar Fatıma’yı geri getiremezdi. Gözyaşları geri gelmediği gibi, feryatlar Fatıma’yı geri getiremezdi. Her şey olup bitmişti.
Önce kadınlar ve çocuklar dağıldı. Yürekleri kaldıramadı bu akıl almaz işkenceyi. Sonra Hasan gitti. Gözyaşları dinmiyordu. Tek kızı, ilk göz ağrısı Fatıma gözlerinin önünde “Recm” edilmişti. Hıçkırıklar içinde sarsıla sarsıla evinin yolunu tuttu. Dizleri onu zor taşıyordu. Sonra muhtar ile beraber diğer köylüler dağıldı. Reşit de aralarındaydı. Konuşmuyorlardı hiç. Fatıma’nın suçsuz olduğu herkesin kalbine sinmişti ama olan olmuştu bir kere. Sonra Ali de ayrıldı oradan. Hiçbir şey hissetmiyordu. Zaten duygusuz herifin tekiydi. Kalbi yüzüne yansımıştı. Yüzü de, kalbi de kapkaraydı. Temiz kalpli Arapların bile yüzünde bir nur belirirdi ama Ali’nin yüzünde nurun n’si bile yoktu. Dünya hayatıyla cehennemi yaşıyordu. Her yanı bir bataklıktı. Meydanda Fatıma’nın iki oğlu Bilal ve Ömer tek kalmıştı. Ömer’in kalbi yumuşaktı. Annesine çekmişti. Daha çocuktu pek bir şey anlamadı. Annesinin öldüğünü gördü ağladı, ağladı, ağladı dayanamayıp evin yolunu tuttu. Annesine bunların yapılacağını düşünmedi bile. Onu çok çok seviyordu. Belki o küçücük kalbi yerinden çıkacaktı.
Sadece Bilal kaldı meydanda. Annesinin bedenine on metre uzakta bir taşın üzerine oturmuştu. Hiç mi hiç ağlamamıştı. Ama gözleri dolmuştu. Annesinin üzerinde dolaşan sineklere bakıyordu. Yeni yeni fark etti annesinin öldüğünü. Birden bütün gücüyle haykırmaya başladı. “Anneee” diye bağırıyordu. Sesi köyün dışına yetişen dedesine kadar gitti. Durmadan ağlıyordu. Hıçkırıklar içindeydi. Fatıma’nın yanına koştu annesinin ölüsüne sarıldı. Öyle bir sıktı ki annesini sanki taşlar parçalanacaktı. Onu kaybettiğini yüreğiyle seziyordu. Başını gökyüzüne çevir diye son kez “Anneee” diye haykırdı. Sesi tüm gökyüzünü dolduruyordu. Ağaçlardaki kuşlar uçtu. Toz dumana karıştı. Bu zulmü gören, şahit olan hatta evinde oturup gelmeyenlerin bile tüyleri diken diken oldu Bilal’in asla unutulmayacak olan bu feryadıyla.
Comentarios